YAHYA KEMAL VE KURDUN ÖLÜMÜ

Esasında Ahmet Hamdi Tanpınar’a bir mektup da ben yazayım diye sayfalar arasında gezinirken, Orhan Okay’ın kaleme aldığı “Bir Hülya Adamının Romanı- Ahmet Hamdi Tanpınar” adlı eseri karşıma çıktı.  Eserin 106. sayfasında gönlümü çelen ilginç bir cazibe var:

    “1919 yılı Kasım ayının bir sabahında Yahya Kemal ilk dersini verecektir. ‘Leyla (Nazar) şiirinin lezzetini dilinde taşımakta olan genç üniversiteli, onun derse girişini sabırsızlıkla beklemektedir.”

    “Birden bire kapı açıldı. Orta boylu, toplu, yuvarlak çehreli, güzel, derin bakışlı bir adam içeriye girdi… Hiçbir harikuladeliği yoktu. Belki çehre, vücut, hepsi bozulmak üzere olan bir muvazene ifşa ediyordu. Fakat konuşmaya başlayınca iş değişti. Bize o gün Alfred de Vigny’den bahsetmişti. Bu hiç alışılmış bir ders takriri değildi. Rahat, biraz fazla jestli ve zengindi. Belli ki konuşurken buluyordu ve bulduğu şey bizimle beraber onu da tesiri altında bırakıyor, coşturuyor, kızıştırıyordu. Zil çaldı sınıf boşalacağı yerde biraz daha doldu. İki taraflı manyetizma biraz daha arttı. Filhakika o bizi zekâsıyla, düşüncesinin yeniliğiyle büyülüyordu.”(Yahya Kemal s:17-19’dan naklen)

Alfred de Vigny’in “Kurdun Ölümü” adlı bir şiiri var, döneminde ilgi uyandırmış bir şiir. Tabii ki Yahya Kemal bu şiiri tesadüfen gündeme getirmemiş, söylemek istediklerine uygun bir anahtar olarak seçmiş ve öylece kapıyı açıp asıl konuya girmeyi uygun görmüştür.

Birinci Cihan Harbinin mağlupları arasında sayılan Osmanlı Devletinin 1918 ve 1919 yılları en sıkıntılı dönemleridir. Birinci Cihan Harbinin (1915-1918) bitiminde Almanya, Avusturya ve Macaristan’la birlikte Osmanlı da yenilmiş sayılmış ve  30. Ekim.1918’de Mondros mütarekesi imzalanmış, ordularımızın terhis edilerek dağıtılması, deniz kuvvetlerinin ve donanmanın teslimi ve boğazların açılması kabul edilmiştir. 13. Kasım. 1918’de İstanbul İngilizler tarafından işgal edilmiş, 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Samsun’a çıkmış ve Anadolu’nun kaderini tayin edecek olan milli hareketi başlatmıştır. Tarifsiz ıstıraplar içindeki yürek tarihten, mitolojiden, edebiyattan bir moral güç çıkarmanın heyecanıyla konuşmaktadır.

Türk mitolojisinin renkli ve ölümsüz sembollerinden birisi olan Bozkurt’u mu çağrıştırıyordu veya Samsun’a çıkanlara bir atıf mı vardı, ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki imparatorlukla yaralı bozkurt arasında derinden bir ilişki kuruyor ve bu büyük mesele üzerinde herkesin düşünmesini isteyen muhayyile, Alfred De Vingy’in “Kurdun Ölümü” adlı şiirine kadar uzanıyordu.

Şiirde:

Islak çimenlerde, sık fundalıklarda, yüksek

Çalılıklar içinde, yürüyorduk konuşmadan.

O sırada fundalık çamlarına benzeyen, çamlar altında,

İzini sürmekte olduğumuz gezgin kurtların

Gördük büyük tırnak izlerini yerde.

…….

…….

Bir tek kıpırtı yoktu ortalıkta,

Başını eğip araştırmaya koyulan

Bu konuda yanıldığı hiç görülmemiş olan

En yaşlısı avcıların

Uzanıp yere inceledi kumu.

Ve az sonra bu taze izlerin iki anaç kurdun ve

İki yavrunun oradan geçmiş olduğunu

VE ONLARIN GÜÇLÜ PENÇELERİNİ GÖSTERDİĞİNİ

Söyledi alçak bir sesle bize.”

                                   (Orhan Ülkü tercümesi s:23-25)

 

Düşüncelerin ve duyguların sembollerle anlatılması ne kadar uzun süre akılda kalır, ne güzel çağrışımları beraberinde getirir. Anlatılmak ve duyurulmak istenenler, hatibin hançeresinden ateşini alan bir lav gibi, çığlık halini almış bir söz olarak gündeme taşınırken, dinleyenler de sembolün hatırlattığı olaylar zincirine takviyeler yaparak konuya sahip çıkması, anlatanın açtığı hıyabanda beraber yürüyerek, hadisenin azametini iliklerde duymak, öyle yabana atılacak bir coşku değildir. Anlatan gelişmeleri muhayyileye malzeme verecek şekilde anlatırken dinleyenler de, katkıda bulunmak gayreti ile bir rüzgâra kapılırlar ya, Yahya Kemal  de öyle bir rüzgârlanmayı sağlamakta mahir bir hatip, fikri devamlılığı ve muhtevayı yeni unsurlarla güçlendiren mütefekkir yapısı ile, dinleyenlerle ortak bir duygu zirvesine yükselmeyi başaran ustalığı, dersleri bir azap olmaktan çıkarıyor, coşkulu bir fikir ve duygu ziyafeti haline getiriyordu.

Söz tekrar Orhan Okay’da:

“Kaliteli, seviyeli dersler için iyi hocalar kadar iyi öğrenciler de daima gerekmiştir. Tanpınar’ın “iki taraflı manyetizma” diye tarif ettiği de herhalde bu olmalıdır. Yahya Kemal’in o ilk dersini dinleyenler arasında Tanpınar şu isimleri hatırlıyor: Ali Mümtaz(Arolat. Bir gemi Yelken Açtı şairi), Mustafa Nihat (Özön. Bir süre sonra en güzel edebiyat dergilerimizden Dergâh’ı yayımlayacak olan geleceğin edebiyat tarihçisi ve tenkitçisi), Mehmet Halit(Bayrı. Daha sonraları Anadolu dergisinin sahibi ve folklor araştırmacısı), Ahmet Kutsi, Oğuz(?), Osman Zekâi (?), Ahmet Muhtar(?), Sami (?), Reşat Şemsettin (Sirer), daha küçük sınıflardan Rıfkı Melûl (Meriç), Halil Vedat (Fıratlı. 1939’da yine dolgun bir edebiyat ve kültür dergisi olan Oluş’u çıkaracak). Bu isimlere Fakültedeki çeşitli bölümlerden Yahya Kemal’in derslerine devam eden başkaları da eklenebilir. Hasan Âli (Yücel. Uzun yıllar Milli Eğitim Bakanlığı yapacak), Yunus Kazım (Köni. Felsefeci ve eğitimci), Hüseyin Avni (Şanda. Bir Yarım Müstemleke Oluş Tarihi kitabının yazarı), Mükrimin Halil (Yınanç. İslam ve Selçuklu tarihi profesörü), Necmettin Halil (Onan. Eski Türk Edebiyatı profesörü, Yüksek Muallim Mektebi yatakhanesinde karyolaları yan yana imiş), Hasan Rasim (Us. Vakit gazetesinin kurucularından). Nurullah Atâ (Ataç. Tenkit ve deneme yazarı).”(Age: s:108,109)

Bunlara ilave edilecek bazı isimlerin de olduğunu öğreniyoruz. Mesela Necip Fazıl Kısakürek, Tanpınar’ın yurt arkadaşı ama onu üç sömestre arkadan takip eden bir arkadaş. Buraya yurtta yatak komşusu Ahmet Kutsi Tecer’i de ilave etmek gerekir.

Bir ümit ve teselli zirvesinin etrafında bu kadar seçkin tepelerin toplanması Türk edebiyatının bir şansı ve kaderin sevimli ve güzel bir cilvesidir.

 

En yaşlısı avcıların

Uzanıp yere inceledi kumu.

Ve az sonra bu taze izlerin iki anaç kurdun ve

İki yavrunun oradan geçmiş olduğunu

VE ONLARIN GÜÇLÜ PENÇELERİNİ GÖSTERDİĞİNİ

Söyledi alçak bir sesle bize.”

……….

……….

“Ansızın iki göz fark ettim alev alev yanan,

Efendileri döndüğünde sevinçli tazıların

Gözlerimizin önünde büyük gürültü ile

Her zaman yaptıkları gibi, ay ışığı altında,

Çalılıklar içinde dans eden

Dört belirsiz şekil gördüm ötede.

Birbirine benziyordu biçimleri ve dansları;

Ama kurdun yavruları, iki adım ilerde evlerinde

Ancak yarı uyuyan düşmanları insanın

İyi bildiklerinden pusuda yattığını

Oynuyorlardı ses çıkarmadan hiç.

BABA AYAKTAZ DURUYORDU DAYANMIŞ OLARAK BİR AĞACA DAHA UZAKTA.

Tüylü karnının altında

Romalıların tapındıkları,

Yarı tanrılar olan Remüs ve Romülüs’ü emziren

Mermerden bir kurt gibi dinleniyordu dişisi.

Baba kurt geldi ve oturdu dikilerek iki ayağı üzerine

Ve çengelli tırnaklarını gömdü kuma.

Madem ki gafil avlanmış

Ve her yandan sarılmıştı

Anladı sonunun geldiğini

O zaman, ateşler içinde yanan ağzı ile yakaladı

Soluk soluğa olan boğazını en cesur köpeğin…”

Vücudunu delik deşik eden kurşunlarımıza

Ve iri bağırsaklarını parçalayan her yandan saplanmış

Keskin bıçaklarımıza karşın

O çoktan boğulup ölmüş köpeğin

Yuvarlanmasına dek ayaklarının dibine

Gevşetmedi demirden çenesini

O zaman kurt bıraktı onu ve baktı bize,

……..

Uğursuz bir çember gibiydi onun çevresinde tüfeklerimiz.”

 

Alfred de Vigny’in Kurdun Ölümü adlı bu şöhretli şiirini Türkçeye kazandıran iki kalem sahibine rastladım. Birisi Tahsin Yücel, diğeri de Orhan Ülkü’dür. Tahsin Yücel şiiriyeti esas alarak ve bir şiir örgüsü ile metni çevirmiş, Orhan Ülkü kelimelere ve anlatılanlara sadık kalarak bir tercüme yapmış. Ben Orhan Ülkü tercümesine öncelik verdim.

Yahya Kemal konuşması sırasında bu şiire dönüp dönüp temas etmesi, olayın azametini ve duygu yoğunluğunu önemli bularak ve Türk tarihinin ıstıraplı safhasıyla kurdun başına gelenler arasında bir benzerlik kurarak anaç kurdun yavrularını koruması ve büyütmesi gerektiği teziyle, oradan bir ders, bir mesaj vermeye çalışmıştır.

“Düşüncelere dalarak dayadım anlımı

Barutu kalmamış tüfeğime

Ve izlemeye karar veremedim

Dişisini ve yavrularını

Üçü de ayrılmak istememişlerdi yanından onun,

Sanırım olmasa iki yavrusu

O üzüntülü güzel dul

Yalnız bırakmayacaktı bu büyük acılar içindeki eşini.

Asıl ödevi kurtarmaktı yavrularını ilk önce

………

 

Kurda ve yavrularına hayat hakkı tanımayan avcının kendi kendine girdiği nefis muhasebesine bir bakalım:

 

Düşüncelere dalarak dayadım anlımı

Barutu kalmamış tüfeğime

Ve izlemeye karar veremedim

Dişisini ve yavrularını

Üçü de ayrılmak istememişlerdi yanından onun,

Sanırım olmasa iki yavrusu

O üzüntülü güzel dul

Yalnız bırakmayacaktı bu büyük acılar içindeki eşini.

Asıl ödevi kurtarmaktı yavrularını ilk önce

Öğretebilmek için onlara açlığa dayanmayı”

 

“Yazık! Şu koca insan adımıza karşın

Utanç duydum bu denli zayıf oluşumuzdan,

Yaşam ve onun tüm acıları nasıl bırakılıp gidilir

Yalnız sizsiniz bilen ey soylu hayvanlar bunu!

 

Şuydu ta yüreğime işleyen son bakışının anlamı;

Gelirse elinden, okuyarak ve düşünerek

Acılara dayanan o yüksek dereceye ulaşmasını sağla ruhunun

Ormanlarda doğduğum için ben

Ulaştım bu aşamaya daha önceden

İnlemek, ağlamak, yalvarmak aynı ölçüde korkaklıktır.

 

Kaderin seni çağırmak istediği yolda getir yerine,

Uzun ve ağır görevini

Sonra acı çek benim gibi

Ve öl ses çıkarmadan.”

 

    Yahya Kemal İstanbul üniversitesindeki ilk dersinde seçtiği konu ve onun açıklanmasında kullandığı dil ve fon onun yüreğindeki volkanın yer yüzüne ve gönüllere birer ümit ve ferahlık veren çıkışı ve yorumlarıyla milli mücadeleyi gönüller cephesinden nasıl destekleyip beslediğini de yeterince açıklamaktadır, bize düşen, hocalarına ve talebelerine ve bu vatanperver çığırın müdavimlerine sevgi ve saygı sunmaktan, eserlerine sahip çıkmaktan ibarettir.

  • 18.12.1933’te Niğde’de doğdu. Niğde Dumlupınar İlkokulu (1946), Niğde Ortaokulu (1949), dört yıla yakın İstanbul’daki lise öğrencilik yılları (1949-23.6.1953), Niğde Lisesi (1955), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1959) mezunu. Bir süre öğretmenlik yaptı. (1962-1967). Genelde serbest avukat olarak çalıştı.

  • Galeri

  • İletişim