TÜRKÇE’Yİ DÜZE ÇIKARAN ROMANCI TARIK BUĞRA

Türkçe nasıl mısra kalyonlarıyla açık denizlere Yahya Kemal’in şiirleriyle açılmışsa, nesir yönünden zirvelere Tarık Buğra’nın romanları ile ulaşmıştır dersek çok mu abartmış oluruz? Ne dersiniz?

    Çağları aşıp gelmiş eserler vardır, tarihin yüzlerce yıl ötesinden insanlığa hitap etmeye devam eden, dikili taşlara kazınmış veya emsali kalmamış varaklara yazılmış hikmetli yazılar, onların cümlelerinde öyle heybetli bir derinlik ve el süremediğiniz bir zarafet vardır ki, bunu Osmancık’ta rahatlıkla bulduğumu söylemeliyim. İşte Osmancık’ı okurken yıllar önce TRT-1’de seyrettiğimiz KURULUŞ dizisindeki o hayran bırakan abidevi üslup burada sizi daha yakından kucaklıyor. Demek ki Tarık Buğra’nın (Akşehir/ 02.09.1918- İstanbul/ 26.02.1994) yüksek titreşimli bir döneminde ortaya çıkmış bir üslup ve tarih bilinci harikası. Belki ilk fırsatta bu romanı okumayı düşüneceğinizi umarak mutlu oluyorum.

Osmancık  romanı Yücel Çakmaklı tarafından senaryolaştırılarak, Kuruluş dizisine vücut verdi. Bu dizide Osmanlı Devletinin kuruluş yılları anlatılıyor ve oradaki devlet adamlarının, yöneticilerin ve maneviyat zirvelerinin konuşmalarını muhakkak ki hayranlıkla hatırlayan çok kişi vardır. Tarık Buğra deyince ilk aklıma bunlar geliyor.

YOL DERGİSİ

Altmışlı yılların(1962-63) başlarında, İstanbul’da Yol adıyla bir dergi yayınlandı. İlk sayısı 07.06.1962’de yayınlanan dergide Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Erol Güngör, Recep Doksat, Mehmet Turgut,  Süleyman Demirel gibi seçkin bir yazar kadrosu vardı ve yazı işleri müdürü de Tarık Buğra’ydı. Sanırım Yön dergisine karşı çıkmıştı.

Yazılarımdan bir demet yaparak İstanbul’a gittiğimde dergiye vermeyi ve hem de Tarık Buğra ile tanışmayı düşündüm. Cağaloğlu’ndan Nuru Osmaniye Camisine giden sokağın sol başında Hürriyet gazetesinin, sağ baştaki binanın üst katında da Yol dergisinin idarehanesi vardı. Burası bir çatı katı, genç bir bey karşıladı. Geliş sebebimi anlattım, Tarık Bey’le tanışmak istediğimi ve birkaç da yazı getirdiğimi söyledim.

Tarık Bey’in dışarıda olduğunu söyledi, yazılarımı aldı bir de kartımı verdim, öyle ayrıldım.

             Eserleri okumadıkça her edebiyatçı garip kalır. Onların dünyasından, hayata ve insanlara bakışından, bin bir olayla süslü hayatlarından haberdar olmak için hatta dertlerine ortak olmak, mutluluklarını paylaşmak için yine eserlerini okumak gerekir. Hatta ismine sıcak bakmadığınız bir yazarın eserlerinden birisini okumaya başladığınızda çok yanlış değerlendirmelere saplanıp kaldığınızı da görebilirsiniz. Nasıl insanlar konuşa konuşa, deriz ya, okuyarak yazarla tanışmak da öyle bir şey.

Bir yazar olarak Tarık Buğra ne yapmak istedi, Türkçenin en güzel romanını yazma hayaline ne kadar ulaştı, bu noktaya gelirken karşılaştığı engeller ve hayat macerası nasıldı gibi sorular dikkatli bir okuyucunun aklından geçen sorular diye düşünüyorum. Tarık Buğra ne yapmak istemiştir, önce günlük ihtiyaçlarını karşılayacak kadar gelir elde etmek için gece gündüz yazmış ve yayınlamıştır. Sonra da Türk edebiyatının en güzel romanlarını yazmayı düşlemiş, bunu gerçekleştirmek için de yılmadan, ümitsizliğe düşmeden gece gündüz çalışmış ve başarmıştır.

Tarık Buğra’nın yazarlık hayatının sıkıntılarla dolu olduğu çoğunlukla kabul ediliyor. Denilebilir ki bir Ağır Ceza Mahkemesi Başkanının oğlu, geçim sıkıntısına nasıl düşer veya babası onu geçim sıkıntısına neden düşürsün? Soruları akla gelebilir.  Ama onun iki yıl Tıbbiyede, üç yıl hukuk fakültesinde ve üç yılda da edebiyat fakültesinde öğrencilik yaptığını hatırlamak bu konuda bazı soruların cevabını verebilir sanıyorum.

Canlı tarihler’ den benzer bir anı

  Tarık Buğra'nın geçim sıkıntısına düştüğü şeklindeki ayrıntılar beni böyle bir baba oğul hikâyesini anlatan, Ebubekir Hazım Tepeyran'ın, Tahsin Demiray'ın Türkiye Yayınevi tarafından yayınlanan anılarına götürdü. Şair Tevfik Fikret’le ilgili bu güzel ve anlamlı hatırayı nakletmek isterim: Ebubekir Hazım Bey Musul valiliğine atanmış ve oraya giderken Urfa’ya uğramış:

  "Urfa’da evvelce hiç tanımadığım Hüseyin Efendi namında bir mutasarrıf vardı. Urfa’ya vardıktan ve kendisi ile birkaç defa görüştükten sonra bu zat misafir olduğum eve son posta ile gelen bir haftalık İstanbul gazeteleri ile ‘servet-i Fünün’un bir nüshasını getirdi. Fünun’u açtım. Tevfik Fikret’in güzel bir manzumesi vardı, galiba ‘Aveng-i Şühur(Ayların Hevengi) idi. Manzumeyi yüksek sesle okuduktan sonra:

- Çok güzel, dedim. Musatarrıf:

Bunu yazan Tevfik benim oğlumdur, dedi. Kendisini Hariciye Nezaretinde iyi bir kaleme yerleştirdik. Biz kıdem peyda ederek ilerleyecek diye umarken günün birinde memuriyetini terk etti. Şimdi böyle boş şeylerle uğraşıyor. Adam olmadı ve olmayacak, bu halden pek müteessirim: Hatta her ay kendisine göndermekte olduğum Paraları da bu teessürle kestim. Maksadım biraz parasız kalarak terk ettiği mesleğe dönmesidir.”

  "Hüseyin Efendi’nin ciddi bir esef ve kederle söylediği bu sözleri büyük bir hayretle dinledikten sonra şöyle dedim:

- Emsali nadir bir oğlunuz olduğu halde kıymetini bilmiyorsunuz. Tevfik Fikret Bey ilerde olacak değil, şimdiden adam, hatta büyük adam olmuş ve büyüklüğü günden güne artacak bir gençtir. Ben kendisini maalesef şahsen tanımam. İntişar eden şiirlerini okumak suretiyle ruhunu, kalbini, hislerini pekiyi tanıyorum. Cümlemiz, için gıptaya şayan bir baba olduğunuzu tebrikle tebşir ederim. Vakıa memleketimizde şairler ressamlar ve musikişinaslar lâyık oldukları derecede hürmete, refaha nail olamıyorlarsa da bunların şahsi kıymetleri kazançlarının derecesiyle ölçülmez. Pek yerinde olarak terk etmiş olduğu memur mesleği de namuslu, vicdanlı memurlara müreffeh bir hayat temin etmez. Ümit ve hulya ile en az otuz sene şurada, burada bir göçebe, bir esir hayatı yaşadıktan sonra sefalet uçurumunun kenarına getirip orada bırakan nankör bir meslektir. Kendisi artık yardımınıza ihtiyacı kalmadığını bildireceği zamana kadar muntazaman para gönderiniz. Hatta mümkün olursa miktarını artırınız. Bu suretle Fikret’in babası olmak gibi büyük ve bâki bir şerefe lâyık olduğunuzu ispat edersiniz."

"Oğlunun kıymetini takdir edememiş olmak gafletinden doğan esef ve nedametin, belki de bahtiyar bir baba olduğuna inanmak heyecanının çıkardığı bir iki damla gözyaşı, akı karasına galip, hayli kaba ve uzun sakalının arasına kadar yuvarlandıklarını görmekten ben de müteessir oldum. Hüseyin Efendi yanımdan kalkıp evvelki yerine oturduktan sonra titrek bir sesle:

- Beyefendi, dedi. Pek müteessir ve mükedder olan kalbimi şad ettiğinizden dolayı ömrümün sonuna kadar minnettarınız olacağım ve beni şu veçhile irşad ederek nasılsa hasıl olan fena bir zan ve telâkkiden kurtardığınızı Tevfik’e yazar zatı ulyalarına teşekkür etmesini tavsiye edeceğim."

"Bütün memleketin tanıdığı Fikret’i babasının tanımamış olması inanılmaz bir garibedir. Fikret pek ziyade mütehassis olmuş, hatta bu sözleri söylerken gözleri yaşarır gibi oluyordu." (Canlı Tarihler, s. 248-250’den naklen, İsmail Özmel. Niğdeli Şair ve Yazarlar, cilt:1 1990-Konya s:93-94 )

Belki de Tarık Buğra'nın babası Mehmet Nazım Bey oğlunun Türkçenin en güzel romanlarına imza attığını veya atacağını bilmiyordu. Onu ikaz edecek bir Hazım Tepeyran olmadığı için de hatasından dönememiş olabilir.

Son öğrenim durağı edebiyat fakültesinden diploma almadan ayrıldı şeklindeki yaygın kanaat ilginçtir, İbişin Rüyası yayınlayınca Prof. Dr. Mehmet Kaplan İbişin Rüyası adlı eserini mezuniyet tezi olarak kabul etmiş ve Yeni Türk Edebiyatından mezuniyet diplomasını vermiş.

Tarık Buğra’nın şansı İstanbul’a gelince zamanın en iyi edebiyatçılarıyla tanışıp arkadaş olmasıdır. Bunlar Rıfkı Melül Meriç, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan gibi seçkinler.

1956-59 arası bizim Hukuk Fakültesi öğrenciliğim yıllarında, fakültenin hemen bitişiğindeki İlahiyat fakültesine Sosyoloji ve felsefe derslerine giren Hilmi Ziya Ülken ve estetik derslerine giren Suut Kemal Yetkin ile Edebiyat derslerine giren Rıfkı Melül Meriç  İstanbul’dan ders vermek üzere uçakla  geldiklerini kıymetli arkadaşım rahmetli Ahmet Vehbi Ecer anlatırdı.

Bu seçkin hocalar ve arkadaşlarla, zaten ruhi ve fikri hazırlık içindeki Tarık Buğra,  Türkçenin en güzel hikâyelerini, romanlarını, piyeslerini yazarak edebiyat tarihimizdeki yerini almayı düşlemiş ve bunu da gerektiği gibi çalışarak başarmıştır. 

Konuları, yakından bildiği ve izlediği, başarıyla ifade ettiği, tarihimizden, milli mücadeleden seçmiştir. Tarih şuurunu pekiştirmede bu eserlerin ne kadar şifalı bir etkisi olduğunu bilmem söylemeye lüzum var mı? Demokrasi ve hürriyetler onun değer verdiği kültür ortamının olmazsa olmazları arasındaydı. Ayakta Durmak İstiyorum piyesi bu konuda her yönü ile anlamlı bir örnektir.

 

 Okuyucuya  ulaştırılmak istenen

duygu ve düşünce

Her romancının ve her yazarın eserleriyle okuyucularına vermek istediği bir mesajı vardır, acaba Tarık Buğra eserleriyle hangi mesajı vermek istemiştir? Bence Türkçe böyle yazılır böyle konuşulur,  vatan edindiğimiz bu aziz topraklar güçlü bir tarih şuuru, çağdaş iyi bir eğitim ve demokrasi ile yaşamaya devam eder. Onun için; içinde bulunduğumuz şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun; herkes en iyi yaptığı işi yapmaya ve geliştirmeye devam etmelidir. Bakınız ben bütün zorluklara rağmen,  azimle bu kadar romanı, hikâyeyi ve piyesi yazdım, hem kendimi, hem romanı, hem de Türkçeyi düze çıkardım demek istemiştir diye düşünüyorum.

Onu saygıyla ve rahmetle anıyoruz.

  • 18.12.1933’te Niğde’de doğdu. Niğde Dumlupınar İlkokulu (1946), Niğde Ortaokulu (1949), dört yıla yakın İstanbul’daki lise öğrencilik yılları (1949-23.6.1953), Niğde Lisesi (1955), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1959) mezunu. Bir süre öğretmenlik yaptı. (1962-1967). Genelde serbest avukat olarak çalıştı.

  • Galeri

  • İletişim