TÜRK - JAPON ÇAĞDAŞLAŞMASI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

İSMAİL ÖZMEL

 

     Türklerle Japonlar arasında modernleşme konusunda bir karşılaştırma yapmak, aradaki farkın veya benzerliğin nereden doğduğu üzerine düşüncelerimi yazmak istiyorum.

 

     Türkler ve Japonlar yeniliklere açık ve yenilikleri kabul etmek bakımından birbirine benzeyen iki millettir. Bunun yanında Japon dili ile Türkçe arasında birtakım ses benzerlikleri olduğuna dair Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun eserlerinde açıklamalar ve yorumlar verdiğini biliyoruz.

 

     Japonya gibi, Osmanlı Devleti’nin de;  buluşların ve bilimsel gelişmelerin yaşandığı bir mekân olarak; batıya yönünü çevirmesi; bir ihtiyaçtan doğdu. Çünkü Batı gerek iktisadi gerekse askeri yönlerden yeni silahlar, yeni buluşların yapıldığı ve çağın sanat ve medeniyetini temsil eden bir düzeyi ifade ediyordu. Biz Türkiye olarak Fransa kapısından Avrupa’ya baktık. Osmanlı devleti eğitim bakımından özellikle deneysel bilimlerdeki gelişmelerden uzaktı. Medreselerde okutulan bilimler daha çok dini ve sosyal bilimler ağırlıklı idi. 

 

     Fatih, Ali Kuşçu gibi bir büyük astronom ve matematikçiyi davet ederek, medreselerde okutulan derslere ilaveten fizik, kimya, matematik ve astronomi gibi çağın bilimlerini de katarak İstanbul’u yükseköğrenimin merkezi haline getirdi.

 

     Fatih, Osmanlı devlet nizamını üç kanunname ile hukuki bir zeminde şekillendirdi. İmparatorluğu adeta yeniden kurdu. Bu kanunnamelere devlet uyduğu sürece yükseliş devam etti.  Devlet işlerine fetvalar karışınca, devlet ekonomisi de bundan etkilendi ve çoğunlukla sarsılmaya başladı. Ne zamanki devlet yazılı hukuk metinlerinden ayrıldı, ülkede iktisadi ve sosyal hayat üzerinde olumsuz etkiler doğdu. 1699’dan itibaren devlet bu kötü gidişe dur diyecek bir yola girmek zorunda kaldı.

 

     Japonya’da durum farklıydı. Milletleşme daha önce başlamış ve bir mesafe kat etmiş durumda idi. Onlar Batılılaşırken önce Alman İmparatorluğu ile münasebet kurdu sonra İngiltere’yi tercih etti. İthal ettikleri malların Japonya’da imal edilmesini çok süratli bir şekilde gerçekleştirmeyi özel teşebbüs ile devlet beraberce gerçekleştirdi. Çünkü orada özel teşebbüs daha gelişmiş durumda idi.  Bunda kapitülasyonların daha erken kaldırılması Japonya’yı şanslı kılıyordu. Adalardan meydana gelen ülkenin savunması da daha kolay oldu ve Japonya bu tür savunma harcamalarının yıkımına uğramadı.

      Biz ise 1923 yılında Lozan’la birlikte kapitülasyonların kaldırılmasını sağladık. Üstelik Osmanlı borçlarını ödemesi de Cumhuriyet döneminde tamamlandı. 

     Osmanlı devamlı harplerle iktisadi hayatını adeta tüketmiştir.  Birinci cihan harbindeki uğradığı kayıplar ancak Çanakkale zaferi ile bir teselli bulmuştur. Daha sonra İstanbul’u İngilizlerin işgaliyle başlamak üzere, İzmir Yunanlılar tarafından, Antalya İtalyanlarca, Çukurova ve Gazi Antep Fransızlarca işgal edilmiş ve işgal altındaki yurdunu düşmanlardan temizlemek gibi bir büyük işi başarmış olan Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları, yok edilmek istenen TÜRK Milletini esaretten kurtarmayı, imparatorluğun küllerinden Türkiye Cumhuriyetini kurmayı başarmıştır.

 

     Japonya birinci cihan harbinde galipler safında idi. Savunma harcamaları onların bütçelerini sarsmamıştır. Her dönemde dünyada yayınlanan bilimsel eserleri Japoncaya kazandırdıklarından dolayı,  yabancı dil öğrenmeden bilimsel çalışmalarını yapabiliyorlardı. Yani Japon gençleri çağı daha kolay takip edebiliyorlardı. Biz yabancı dil öğrenmeye çok zaman harcadık ama beklenen sonucu da alamadık çünkü kendi dilini yeterince öğretemeyen bir milli eğitimin, bir yabancı dili gerektiği gibi öğretmesi mümkün değildi. Bu yolda milyonlarca çalışma saatimizi kaybettik diyebiliriz.

 

     Japonya batıdan gelen alet ve eşyayı sekiz on yıllık bir süre içinde ülkesinde üretmeye başladı. Halil İnalcık, Japonya’da 1868 yılında bu çalışmaların başladığını ve kısa zamanda beklenen gelişmeyi yakaladıklarını söylüyor. (Prof. Dr. Halil İnalcık. Tarihe Düşülen Notlar, Cilt:1, s:38)

 

     “ Japonya’da geleneksel değerler sistemi ve sembolleri muhafaza olunduğu halde Türkiye’de bunlar evvela tedricen sonra topyekûn bertaraf edilmiştir. Japonya’da modernleşme geleneksel müesseselere ve sınıflara dayanmış, modernleşme eskiyi değiştirmek ve geliştirmek suretiyle gerçekleştirilmiş, Türkiye’de ise eski müessese ve sınıflar bertaraf edilmiştir.” (Halil İnalcık, a.g.e. s:37)

 

     Burada önemli bir mesele gözardı edilmiştir. Osmanlı müesseseleri gerçek işlevlerini kaybedeli ne kadar zaman geçtiği ve medreselerin nelerle meşgul olduklarını irdelemek adeta unutulmuştur. Bu konuda İlahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı “Medrese Nostaljisi” başlıklı yazısında: “Son yıllarda medreselerin geri getirilmesi gayretlerinden bahsediliyor. Hatta bilmem ne medreseleri gibi tabelalar görmeye başladık. Güya imam-hatip okulları, ilâhiyat fakülteleri medresenin yerini dolduramamış. Kör ölür badem gözlü olurmuş. Medreselerin koca Osmanlıyı ne hallere düşürdüğünü unuttuysak pes doğrusu!”

 

***

 

     “Bir asır önce Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi medreselerin durumunu, “İstanbul’daki medreselerde ilim sukût etti. İrfan hakeza! … Medreseler kuru kavil geveleyip duruyorlar” sözleriyle özetlemişti. Bu yüzden modern okullar açılmış, çoğunu da -işimize gelince yere göğe sığdıramadığımız- merhum II. Abdülhamid açtırmıştı.”

 

     “Bugün İslâm dünyasının çektiği acıların, yıkımların temelinde yine medreseler veya medreseleşmiş okullar var; buralardan yetişen insan tipi var. Ürettikleri terör ve şiddetin ülkemizi ve dünyayı tehdit ettiği, acıların, iç savaşların kol gezdiği ülkelere bakarsanız hepsinde sayısız medreseler, binlerce çeşit medrese icazetleri, türlü türlü din anlayışları görürüsünüz.”

 

     “Türkiye’yi bu ülkelerden farklı kılan, her şeye rağmen “din” bağlantılı şiddet ve terör ortamı olmaktan, toplumsal çatışmadan koruyan tek sebep var: O da Osmanlının son döneminde medreselerden bir hayır çıkmayacağı anlaşılınca, çağdaşlaşma süreci içinde geliştirilen yeni kurumların verdiği din eğitimi, bu eğitimi almış insanların verdiği din hizmetleridir. Dolayısıyla işin nerelere varacağını düşünmeden, imam-hatipleri ve ilâhiyatları medreseleştirmeye kalkışmak, onlara alternatif medreseler açtırmak bu ülkenin geleceğini karartmaktır. Herkes bu tehlikeyi adam akıllı hesap etmelidir.”

 

     “Diyanet, imam-hatip okulları ve ilâhiyat fakültelerinin hem İslâm’ı doğru kaynaklardan, doğru bakış açısıyla öğrenip öğretmesi ve temsil etmesi hem de modern çağın gerçeklerini, taleplerini doğru kavrayarak bu taleplere din bağlamında doğru karşılıklar üretmesi gerekiyor. Anılan kurumları geliştirme çalışmaları kesinlikle bu yönde olmalı, türlü hesaplarla bu kurumları medreseye geri götürme niyetlerine fırsat verilmemelidir. Bu hatayı yapan Pakistan’ın son kırk yılda nerelerden nerelere geldiğini görüyoruz.” Diyerek önemli bir gerçeği ifade etmiştir. Onun için Türk Modernleşmesinde işlevi kalmamış medrese ve benzeri kurumlar kaldırılmış ve yerine modern okullarda çağdaş bilimlerle birlikte dini eğitim ve  öğretimin yapılmasını şükranla karşılamamız gerekir.

 

     “Din bakımından iki cemiyet birbirinden çok farklıdır. Bu ayrılık modernleşmede önemli değişiklik meydana getirmiştir. Japonya’da dinler, teşkilatlanmış bir kuvvet değildir.  Siyasi hayatı tabii hale getirmeye çalışmaz. Konfüçyüz dini Batılılaşmaya karşı cephe almamıştır. Yabancı kültüre karşı geleneksel kültürün bütün unsur ve sembollerini temsil etmek ve kutsileştirmek iddiasında bulunmamıştır.”

 

     “ Japonya’da milli ve umumi terbiye, ayrıca okuyup yazma işi bundan kırk yıl önce tamamıyla halledilmiştir. Bugün Japonya’da yüksek tahsil görenlerin ve gazete okuyanların nispeti Batı cemiyetlerindekinden yüksektir. Türkiye’de halkı okutmak programı ancak Cumhuriyet’le uygulama safhasına girebilmiştir.” ( Prof. Dr. Halil İnalcık. Tarihe Düşülen Notlar, Cilt:1, s:37)

 

     Türk Modernleşmesinin karşısına çıkan ve din adına konuştuğunu iddia eden bir kesim tarihte de günümüzde de daima var olmuştur. Bunların bugün bile gerçek dışı ve iftiraya varan söylemleri, çağdaş devletimizi geriye götürmek isteyen dinci bir damarın halen devam ettiğini söylersek meseleyi abartmış mı oluruz? Ne dersiniz?

  • 18.12.1933’te Niğde’de doğdu. Niğde Dumlupınar İlkokulu (1946), Niğde Ortaokulu (1949), dört yıla yakın İstanbul’daki lise öğrencilik yılları (1949-23.6.1953), Niğde Lisesi (1955), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1959) mezunu. Bir süre öğretmenlik yaptı. (1962-1967). Genelde serbest avukat olarak çalıştı.

  • Galeri

  • İletişim