İNSAN DÜŞÜNSÜN DİYE YARATILMIŞTIR

Soruyorlar, kültürde meydana gelen aşınma (erozyon) gözle görülecek kadar bir değişikliğe ulaştı mı diye.

      Her şey yerli yerinde deyip hayran hayran konuşanlara bakarak bir noktaya ulaşmak istersen, bil ki uzun bir tecrübeden sonra, ancak evet diyebilirsin. Ya değilse başka sebepler ve olgular ortaya konulunca aklın baskın çıkabilmesi için ister istemez uyanık bir zekâya ve sağduyuya ihtiyaç vardır. Bu öyle bir süreç, değerlendirme hayranlık mertebesine varınca iş biter. Çünkü hayranlık öyle bir duygudur ki ayrıntılarla meseleye bakmayı önler. Benzerleriyle karşılaştırmaya ihtiyaç görmez. Yani objektif bir değerlendirme şansınız kaybolmuştur diyebiliriz.  Çünkü hayranlık varsa ona yaklaşmak ve üzerinde soru sormak ve cevap aramak boşuna (beyhude), çünkü her şey mükemmel ve böyle mükemmel bir manzaraya hayranlıkla bakmak, insana ve onun aklına yapacak bir şey bırakmaz.     

    Hakikatte görünen manzara öyle pek de hayran olacak derecede kusursuz değil. Ama manzarayı çizen unsurlara yakınlık duyuyoruz ya, o yetiyor. Eğer bir kusur bulunur ve bir soru sorulursa bütün büyü bozulur, çirkinlikler ortaya çıkar sanıyoruz. Böyle bir bakış alınan eğitimle doğrudan doğruya ilgilidir. Her tabiat olayının bir sebebi vardır ve o sebeplerin önemli bir kısmının tabi olduğu kanunlar, bilimsel çalışmalarda kullanılmış, hayat uygulamalarında bu tabiat kanunlarından faydalanılmış ve doğruluğu saptanmıştır. Eğer siz tabiat kanunlarını matematik,  fizik, kimya ve biyoloji dersleri içinde, eğitimin bir parçası olarak, öğretmez ve böyle bir bilimsel mantığı kuramazsanız, mesele nefretle hayranlık arasında gider gelir. Onun için laik eğitim demekle neyi kastettiğimiz daha kolaylıkla anlaşılır. 

     Yemeği tarif ediyorsunuz, yetmiyor, çünkü zevke dair bir konu, isabetli bir karar verebilmek için o yemeği tattırmak gerekir. Duygular da böyledir, akşam yüksek bir tepeden veya seyirlik mevkiinden şehre bakıyorsunuz ve şehirle ilgili yazılmış güzel bir şiiri mırıldanmak durumundasınız. Anlaşılıyor ki bu manzara sizi mutlu etti. Yanınızda olan bir başkası aynı manzarayı seyrettiği halde sizin aldığını tatmini alamadı. Onun etkilendiği veya aradığı unsurlar olmadığı için farklı bir intiba ile oradan ayrılmıştır. Niçin derseniz, duyguya dayalı her meselede bu böyledir. Aynı sebeplerle aynı sonuçlara ulaşamazsınız. Onun, bugünkü bilgilerimize göre, ölçüye tartıya konması mümkün değildir. Belki zaman içinde duyguları ölçmek ve onların titreşimini ve günlük hayatımızı ne derece etkilediklerini öğreneceğiz.

     Bilgi demetlerini tasnif etmek ihtiyacı nerden çıktı? Bir tabiat olayı, elinizde uğraştığınız bir meslek problemi, hava hareketlerinin tabi olduğu kurallar, bir deprem, bir heyelan, sel felaketi gibi konular, çok eski zamanlarda, bilinmeyen gizli kuvvetlerin insanlığın başına sardığı felaketler, zorluklar olarak algılanmış ve bütün suç kötü ruhlara yüklenmiştir. Bugün komplo teorileri dediğimiz şey bu. Bu ilk dönemlerin mantığıdır. Bu mantığın, halen devam eden, bazı kültürlerin vazgeçemediği bir metot olduğunu söylersem ne dersiniz?      Niçin öyle oldu, nasıl oldu, neyi  eksik yaptık da etkili olmadı, ağaç dikmekle, çevreye değer vermekle, tabiat olayları arasında bir ilgi kurulabilir mi?

     Eğer toplum bilerek veya bilmeyerek böyle bir mantığa sahip çıkıyorsa, ülke eğitimiyle görevli olanların bu gerçekliğin kaynaklarına inmek gibi bir görevi olduğu söylenebilir. Doğaya, çevreye, bilimsel çalışmaların çoğuna şüpheyle bakan veya bu buluşların hepsini biz yaptık mantığı ile doldurulmuş anlayışlar ülkeye hangi yönde bir kazanım sağlayabilirler?

     Şehirler, köyler ve kasabalar kuruldukları gibi mi kalmışlar? İlk evler barınma yerleri ile bugünkü yapı tekniklerinin ulaştığı seviye insan aklının ve bilimin hayatımızın bir parçası olduğunu düşündürmektedir.

     O halde düşünmekle başlayan aydınlık yol, bilimle ve çalışarak topluma ve insanlığa bir şeyler kazandırıyor. Hayatımızı kolaylaştıran ve güzelleştiren bu buluşlar, ortaya çıktığı coğrafyalarla sınırlı kalmıyor ve bazen bütün insanlığın faydalandığı bir kolaylık haline geliyor.

    Sağlık konusundaki çalışmalar, yakın zamana kadar insanlığın baş belası olan birçok hastalığın tedavisini mümkün kılmıştır. Elbette yapılacaklar bitmemiştir. Halen tedavisi bulunmamış hastalıkların olduğunu da biliyoruz. Ama bilim insanları bunun da çaresini bulacaklardır. Çünkü hakikate götüren mantık ve metot kavranmıştır.

     İşte bütün bu gayretlerin bir mantığı vardır. Ülkemiz insanına bu mantığın aktırılması ve yeni bilgilere ulaşmanın soru soran ve karşılaştıran, terkibini, tahlilini düşünmek ihtiyacı duyan kültür insanı, özvarlığı üzerine ve nereden gelip nereye gitmekte olduğu sorularına da bir cevap verecektir. Bu çabalar ancak insanın ve kâinatın ve yaratıcısının ululuğu, mana ve mahiyeti üzerine düşünmesini sağlamakla mümkün olur diye düşünüyorum.

             İnsan düşünsün, kendini diğer insanları ve kâinatı anlasın, zorluklarla mücadele etsin diye yaratıldığını sanıyorum.

İsmail Özmel

  • 18.12.1933’te Niğde’de doğdu. Niğde Dumlupınar İlkokulu (1946), Niğde Ortaokulu (1949), dört yıla yakın İstanbul’daki lise öğrencilik yılları (1949-23.6.1953), Niğde Lisesi (1955), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1959) mezunu. Bir süre öğretmenlik yaptı. (1962-1967). Genelde serbest avukat olarak çalıştı.

  • Galeri

  • İletişim