BİZE LÂZIM OLANLARI DÜŞÜNMEK

"Bize lâzım olanları düşünmek durumundayız "

                                  (Ahmet Hamdi Tanpınar.Yahya Kemal 

                                                             1962 -  sayfa : 17 )

             Yahya Kemal  "bize lâzım olanları düşünmek durumundayız " diyor.

             Bize lâzım olanları düşünmek, nelerin eksik olduğunu  bilmeyi, başka bir ifade ile mevcutları bilmeyi zaruri kılar. Kültürü yaratan ve yaşatan toplumun ruh ve sezişini, ilim ve sanat dehasını da bilmeyi gerektirir .

             Türk Kültürü'ne çok değişik açılardan bakıp yeni, canlı ve çağdaş yorumlar vereceğimiz yerde, farklı ve madun bir psikolojik ezikliğe düşerek, bu kültürün temellerini  görmezlikten gelmek, doğruyu bulma, söyleme gayemizden bizi uzaklaştırmaktadır.                                                                               

              "Yahya Kemal" den bir kaç paragrafı beraberce okuyalım :

             "Tanzimat'tan beri itiyat (âdet) edindiğimiz görüş tarzı bizi kendi tarihimizden uzaklaştırmış , yahut bizi ona hiçbir şeyi lâyıkiyle göremeyeceğimiz bir gözle bakmaya alıştırmıştı. Belki  tarihi her zamandan fazla - yani hiçe nispetle biraz fazla - biliyorduk. Fakat < historicité > denen şeyi , tarihiliği, fert için olduğu kadar, milli hayat için de çok lüzumlu ve zarurî olan ve hepimizi bir ağacın kökleri gibi ,asırların içinden doğru besleyen düşünceyi kaybetmiştik. Zaman ve hadiselerin okyanusunda, bir takım isimlere ve müphem duygulara, müphem hatıralara tutunarak, dövüşerek yüzüyorduk ."

              "Burada yüzüyorduk kelimesini tesadüf olarak kullanmadım . Köksüz şeyler daima yüzer, daima beyhude yere bir karşı sahil arar. Halbuki millî hayat devamdır. Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek. Çünkü yaratmanın ilk şartı devamdır, hakiki kırılışlar ve kopuşlar, ancak yaratış ucubeleri, yarım mahluklar vücuda getirir. Çünkü hayatın ortasında onun bir parçası gibi değil, kendi dağılmış zerrelerinde devam ederler."(A.Hamdi Tanpınar.Yahya Kemal.Dergah yayınları.l962-İkinci baskı, S: 20-21)

                        Kültür, yükselmesi, muhteva ve yoğunluk  kazanması gereken bir hacimdir. Tek bir çizgi ile anlatılamaz. Bu çok yönlü ve çok boyutlu hacimde insan da çevresiyle birlikte var olacaktır. Bu çevre daha büyük bir satıhta, yani vatan coğrafyasında ,millet camiasının bulunduğu, yaşadığı  her yerde var olacaktır. Bu kültürün, bu çevrenin  şekillendirdiği ve bezediği coğrafya, tarih içinde beraber olmuş, bu kumaşı bu süreç içinde beraber dokumuştur. Her ilmekte ihtimam ve incelikler, zamanlar değiştiği halde değişmeyen renkler ve desenler vardır. Bunlar devam ettiği gibi, ilk defa bu ahenge karışan yeni renkleri de görmek daima mümkün olmuştur. Çünkü bu ilmeklerdeki renkleri ve ahenkleri beraber topladıkları çiçekleri, beraber göz nuru dökerek dokumuşlardır.                               

               Siz istediğiniz kadar bu dokuyu bozmaya çalışınız, ilmeklere çözülsün diye asılınız, farkında olmadan dokuyu daha da sağlamlaştırırsınız. Çünkü bu kaynaşmada ilmeklerin, renklerin ve

kültürün de hissesi vardır. Hiç birbirlerini feda ederler mi?...

               Asırlar süren bu birikim ve mayalanma insanları daha yetişkin, daha bilgili, daha anlayışlı, daha güçlü bir dayanışmaya götürmüştür. Bütün bunlar zaman içinde daha yüksek ve daha zengin bir kültüre  ulaştığımızı gösteren delillerdir.

               Kültürel yönden yükselen bu gidişin hedefi huzurlu insan,(iyi insan-iyi vatandaş) huzurlu  toplumdur. Bu hedefe ulaşınca her şey bitecek mi ? Yaratıcı insan,yaratıcı toplum bu yükselen çizgide ayrı bir merhale  midir?

                Yükselen çizgiyi, yükselen satıh, yükselen toplum olarak görmek, hedefi bir nokta olarak değil, geniş bir  mekan ve hacim olarak, bir  zengin muhteva olarak  görmek ve değerlendirmek gerekmektedir.

                Yaratıcı insan, yaratıcı toplum  derken, bir çok konuda çağın öncüsü olmuş, buluşları ile medeni dünyanın dikkatlerini ve takdirlerini kazanmış bir toplum kastedilir.

                     Tasavvur edilen mükemmelliğe ulaşmak için, dünyada gücünü ve ağırlığını hissettiren, örnek insanlar topluluğu olma gayretleri sürdürülmelidir.

              Çağ, hem kültürlerin yıkışmasına, hem de yarışmasına sahne olmaktadır.Yeterli çalışmalar, yenileşmeler yapılmaz, gerekli tedbirler zamanında alınmaz, çağ gözden uzak tutulursa, milli kültür bir sis perdesinin altında kalabilir. Bunun çaresi dünyaya gözleri ve kafaları kapamak değildir. Bilakis gelişmiş kültürleri, ilmi ve teknolojik gelişmeleri çok yakından takip etmektir.

                     Kültür deyince onun ifade ve  koruma zemini olan dili hatırlamamak mümkün değildir. Bakınız İngiliz dili on yedi dilin karması olduğu halde, sonradan giren kelimeler İngilizce söyleyişe intibak ettirildiğinden, kelimenin yabancılığı kaybolmakta, bir İngilizce kelime nasıl söyleniyorsa dile yeni katılan sözcük te öyle telaffuz edilmekte, dil bu yeni gelen kelimeyi hazmetmekte ve bünyesine katmaktadır. Bu sebeple hiçbir İngiliz vatandaşı şu kelimenin menşei Latince’dir,Keltçe’dir demiyor ve dilden o kelimeyi atmayı düşünmüyor.

              Biz, yeni kelimeleri geldiği dilin kuralları ile yazmaya çalışıyoruz. Böyle bir gariplik dünyanın neresinde vardır. Hadi adamların kumaşını aldınız, hiç olmazsa kendi bedeninize göre biçip elbise dikiniz. Daha açıkçası insanımızın anlamadığı kelimeler nereden gelirse gelsin, onlara şiddetle karşı çıkmamız gerekir. O kelimenin  karşılığı uzmanlarca türetilmeli ve dile kelime kazandırılmalıdır. Daha önce dilimize girmiş ve genel bir kabule kavuşmuşsa, o kelime Türkçe'de nasıl söylenirse, nasıl okunursa öyle okuyup yazılmalı yani o kelimeyi diğer kelimelerimizle ahenk birliğine kavuşturmalı ve dilin malı haline getirmeliyiz.

                     Amerikanın yeniden keşfi  için zaman kaybetmenin sırası mı ? Adamlar koşarken sen bilinenlerin tepesinde tepinmeye devam et, bunun akılla ve insafla bir ilgisi olabilir mi ?

              Yarı buçuk Arapça bilenlerden bazıları, o kadar dil gerçeğinden habersizler ki ,efendim Arapça'da şu anlama gelen kelimeyi eskiler yanlış kullanmışlar, halbuki şu anlama geliyormuş, bu şöyle yazılmalıdır gibi bilinçsiz sözlere rastlıyoruz. Bizim bin yıllık aşure çorbasını aşura diye yazan  diplomalıları  görmüşsünüzdür. Hançeremize uydurduğumuz ve diğer kelimelerimizle anlam ve ahenk birliği kurduğumuz kelimelerimize, üvey evlat muamelesi yapmak ancak bilinç noksanlığı ile izah edilebilir. Kaynağı hangi dil olursa olsun artık o bizim kelimemizdir, bizim sözcüğümüzdür. Ne acıdır ki dilin alfabesi mesabesindeki bu bilgi kırıntılarını çocuklarımıza veremiyoruz. Eğitim sistemimiz ana dilimizi ve onun zenginliklerini öğretmekten âciz midir ki dilimize girmiş ve genel bir kabule  kavuşmuş, edebiyatımıza, musikimize, deyimlerimize, ata sözlerimize girmiş binlerce kelimeyi boykot eden insanlarımız var. Ondan sonra da kültürümüzü geliştirelim diye fikir jimnastiği yapmaya çalışıyoruz. Kültürün temeli olan Türkçe’yi budadıktan sonra, avara kasnak döndüğünü, bir arpa boyu mesafe  alamadığını bir zaman sonra anlarsın. Ama boşa geçen zamanların telafisi yoktur.

                      Bize lâzım olan ilim için önce Türkçe'ye nefes aldırmamız onu yersiz müdahalelerden kurtarmamız gerekiyor. Son zamanlarda Batı dillerinden, bilhassa İngilizce’nin  hücumundan dilimizi korumamız gerekiyor. Fransızlar dillerini bir kanun çıkararak İngilizce’nin hücumundan korudular. Türkçe’yi korumak için böyle bir yasanın çıkarılması zaruri bir ihtiyaçtır. “Bize lâzım olanları düşünmek durumundayız.”

  • 18.12.1933’te Niğde’de doğdu. Niğde Dumlupınar İlkokulu (1946), Niğde Ortaokulu (1949), dört yıla yakın İstanbul’daki lise öğrencilik yılları (1949-23.6.1953), Niğde Lisesi (1955), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1959) mezunu. Bir süre öğretmenlik yaptı. (1962-1967). Genelde serbest avukat olarak çalıştı.

  • Galeri

  • İletişim